Denemeler

Bir hayalim var…

I have a dream   Bir hayal kurarsınız, kimi zaman beraberinde kırıklıklarını da… Bir hayal kurarsınız; içinde güzel bir gelecek, güzel bir iş ve imanınızın yarısı olacak olan güzel bir eş… Öyle bir hayal kurarsınız ki anlatmaya kıyamayacağınız, sanki üçüncü bir şahsın öğrenmesinin hepsini yakıp yıkacağını düşünürsünüz. Çok da haksız sayılmazsınız aslında. Yaptığımız en büyük hatalardan biri de hayallerimizi gürültülü bir şekilde kurmamızdır bizim. Aynı gürültüyle yerle yeksan olacağını bile bile… Ne güzel söylemiş Hz. Ömer: “Ben derdimi ne dostuma söylerim ne de düşmanıma. Zira dostum üzülür, düşmanım sevinir. Beni en iyi Rabbim bilir.” diye. Hayaller de öyle işte… Çok fazla kişinin bilmesi, çok çabuk bitmesi demektir.

   Kimse inanmaz, inanmak istemez sizin o işi başarabileceğinize. Her önüne gelen taş koymak ister yolunuza, karşılaştığınız onca güçlük yetmiyormuş gibi. Sizden daha sabırsızdırlar ayrıca, bitmek bilmez ‘hâlâ’lı cümleleri vardır onların. Kimi zaman en uzağınızdakiler kimi zaman da burnunuzun dibindekiler. O yüzden bir hayalim var… Yıllar öncesinden kurduğum ve birileriyle paylaşmanın pişmanlığını yaşadığım. Ama olsun, gene de bir hayalim var. Ya hiç olmasaydı!.. Ne kadar ürkütücü değil mi? Korkmayın! Asıl ürkütücü olan bu değil çünkü. Asıl ürkütücü olan; hayalinize olan inançsızlığınız ve umudunuzu yitirmişliğinizdir. Her geçen günün, saatin, anın… umudunuzdan ve inancınızdan bir şeyler çalıp gitmesi. Bu durumun sizi üzmesi yetmiyormuş gibi başkalarını memnun etmesi… Fazlasıyla ürkütücü değil mi? Soruyorum şimdi sizlere. Ne için yaşıyorsunuz? Bir hayaliniz var mı? Yoksa sizin de hayatınız kimilerinin ki gibi inat olsun diye mi? İnadına mı yani her şey?.. Yapamadı demesinler, yaptım işte görün! diye mi? Yoksa siz gerçekten istediğiniz için mi? Durup bir düşünün; sonucunun sizi ne denli mutlu ya da mutsuz edeceğini. Çünkü sonra çok geç kalmış olabilirsiniz, iş işten geçmiş olabilir… Ve hakikaten birileri mutlu olabilir. Ama o kişi siz olmazsınız, bundan emin olun… O yüzden bir hayaliniz olsun. Gerekirse ‘sadece’ sizi mutlu edecek cinsten. Ve ne olur geç kalmayın. Çünkü yitip giden sizin hayatınız, benim hayatım ve bizlerin hayatı…

   Her ne kadar sistem bunu öngörmese de kendiniz için bir şeyler yapın. En azından yapmaya çalışın. Hayatınızın bir gayesi olsun. Ulaşabileceğiniz bir hedef… Ütopik şeylerden bahsetmiyorum. Gerçekleştirilebilecek olanlardan. Kim bilir belki de sizin için hakikaten ‘hayal’ olan şeylerdir sizi cezbeden. Bu yönünüzle ünlü bir mucit olabilirsiniz. İnanın bana 🙂 … Ve sadece düşünmeyin aynı zamanda uygulamaya geçirin. Ama şunu da hiçbir zaman unutmayın: Sizin sahip olduklarınız da başkalarının hayalleri olabilir. Kıymetini bilin!…

Her şey gönlünüzce olsun, Allah’a emanet olun. Bir sonraki denemede görüşmek üzere. Hoşçakalın…

Kadir YÜZEN / 11.03.2014 / 01:38

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Farklı dünyaların insanlarıyız…

Planet   Niye geçmiş bizi bu kadar üzüyor ve neden gelecek bu denli korkutuyor? Neden umutlar yeşerdiği hızla solup gidiyor da kimse buna bir dur demiyor? Ve niye aşıklar eskisi gibi uzun ve içten sevmiyor da gerçek aşklardan sadece masallarda bahsediliyor? Neden planlanan şeyler olmuyor da evdeki hesap çarşıdakine hiç uymuyor? Niye insanlar kendi hayatları yerine başkalarınınkini yaşıyor? Niçin adalet güçlünün yanında yer alırken diğerleri için sadece 6 harften ibaret oluyor? Ve neden erkekler kadınları anlamaya çalışıyor da biraz olsun kadınlar erkekleri anlamaya çalışmıyor? Neden insanları düşmanları değil de daha çok dostları üzüyor? İnsanlar neden elindekinin kıymetini bilmiyor da elde edemedikleri şeyi hem daha çok sevip hem de daha çok arzuluyor? Son olarak neden herkes kendi dünyasında yaşıyor da birilerinin hayatında yer edinmeye çalışmıyor? Hiç düşündünüz mü? Eminim yaşamınızın bir bölümünde bu vb. sorulardan en az birine cevap aradığınız olmuştur…

   Ve bu sorular böyle uzaaar gider. Sizler de bunlara daha nicelerini ekleyebilirsiniz. Ben şuan için aklıma gelenleri yazdım sadece. Sorunun veya soruların cevabı aslında çok basit. Bütün bunların cevabı son soruda saklı. Ne demek mi istiyorum? Demek istediğim şu ki Dünya’da 7 milyar insan varsa 7 milyar farklı dünya/gezegen var demektir. Ve siz bugün benim gezegenimdesiniz. Hoşgeldiniz… 🙂 Cevaba gelecek olursak: Çünkü herkesin kendine göre bir dünyası var ve herkes kendi dünyasında, kendi hayatında başrol oynuyor. Ve de mutlu olduğunu düşünüyor. En azından öyle sanıyor. Hem neden bir başkasının hayatında yardımcı oyuncu rolünü üstlensin ki? Ben olsam ben de aynını yapardım. Çünkü sizi gerçek anlamda sevenlerin dışında, çok da umursayan veya önemseyen birileri olmaz zaten. Peki, insanların gözünde bizleri bu kadar değersiz kılan şey nedir? Durun bir tahminde bulunayım: Eminim karşınızdakinden herhangi bir konuda daha iyisinizdir veya daha üstün. Veyahut da onun sahip olamadığı, istese de olamayacağı bir şeye sahipsinizdir. Olamaz mı? Hele bir de yakınınızdaki biriyse ki bu en kötüsü çünkü sürekli bir kıyaslanma durumunuz vardır. Bence gayet mantıklı… Bu nedenleri de istediğiniz kadar artırabilirsiniz ve bunlar sadece birkaçı…

   Bizler aslında bu dünyayı ve her birimiz kendi dünyasını genç yaşlarda hem de en genç olduğumuz dönemlerde yani ergenlikte inşa etmeye başlarız. Önce temelleri atar sonra da üstüne birkaç kat çıkarız. Yaş ilerledikçe de bu bina gökdelene doğru bir dönüşüm süreci izler. Her neyse konumuz bu değil. Konumuz bu soru veya soruların cevabı. Lisedeki hocalarımızın da dediği gibi ‘…açıklayınız’ ibaresine yakışır türden bir cevap gerek buna. Farz edelim ki 25 puanlık bir soru ve cevabı bir cümleyle geçiştirilecek tarzdan değil. Ben olsam birkaç bir şey daha yazardım. Yazıyorum da 🙂 Asıl cevaptan sonra bitireceğim zaten. Cevap mı? ‘Cevabı sizde saklı’. O kadar laf ettin bu mu yani dediğinizi duyar gibiyim. Cevabı sizde saklı çünkü siz ne zaman isterseniz o zaman yanıt bulacak bütün bu sorular. Nasıl mı? Seyir halindeki 72 model bir Cadillac’ta manuel bir kolla camı indirdiğinizi ve kafanızı camdan dışarı çıkardığınızı düşünün. Aracın hızı şimdiye göre her ne kadar yavaş gelse de nefes almakta zorlandığınızı hissedersiniz öyle değil mi? Buna alışmalısınız. Alışmak zorundasınız. Kendi dünyanızdan veya gezegeninizden çıkıp başka dünyaları/gezegenleri keşfin vakti geldi de geçiyor bile… Ne zaman birilerinin hayatında gerçek anlamda yer edinmeye başlar ve çıkarlarınızın önüne geçerseniz işte o zaman aslında tek bir cevabı olmayan bu tür sorulara kolaylıkla yanıt bulabilirsiniz. Evdeki hesabın çarşıya uymaması, planlanan şeylerin olmaması ve daha nicesi… Dünyalarımızın farklı oluşundan ve farklı dünyalara ayak uyduramayışımızdan ötürü… Ve düşüncelerimizin, bakış açılarımızın farklı oluşundan, hangi konuda olursa olsun nesnellikten yana değil de öznellikten yana oluşumuzdan… Kime göre, neye göre yaşıyoruz? Bir düşünün… Sorgulanması gereken soruların başında bunlar geliyor aslında. Bu arada dikkatinizi çekerim 2015 model bir araç demedim. Hele camlar otomatik hiç demedim. Anlayacağınız, bunun için çaba sarf etmeli, taş atıp kolunuzu yormalısınız. Sadece kendi dünyanızda yaşamaktan, evrenin sizin etrafınızda döndüğünü düşünmekten vazgeçin artık! Biraz da başkaları için bir şeyler yapmaya çalışın. Mutlu edin ki mutlu olasınız. Tüm bunlara rağmen hala diyorsanız ki bizler ‘farklı dünyaların insanlarıyız’ o da sizin bileceğiniz iş…

   Ha! Bu arada denemelerimde neden sürekli bir takım sorular sorup bunlar üzerinden konuştuğumu, bunlara yanıt aradığımı merak ediyor olabilirsiniz. Veyahutta eleştiriyor… Düşünmenin, irdelemenin ve sorgulamanın doğal sonuçları diyelim. Benim de tarzım bu napayım 🙂 Soru sormak ve kendi içimde bunlara cevaplar aramak… Nedenini, niçinini ve nasılını merak etmek… Hadi gelin gezegenimize birer isim vererek bu yazıyı sonlandıralım. Bu kısa serüvenden sonra şayet bir gezegenim olsaydı adı ‘Adalet’ olurdu. Ya sizinki?…

Her şey gönlünüzce olsun, Allah’a emanet olun. Bir sonraki denemede görüşmek üzere. Hoşçakalın…

Kadir YÜZEN / 03.03.2015 / 22:38

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Yazmak ya da yazmamak, işte bütün mesele bu!

Yazmak Üzerine Yazmak   Uzun zamandır yazmıyorum biliyorsunuz. En azından takip edenleriniz bilir. Aslında bunu da çok düşündüm: “Neden yazıyorum?”… Geçenlerde okuduğum bir araştırmanın sonuçları dikkatimi çekti ve bunu sizlerle de paylaşmak istedim. ‘Yazmak, beynin düşünme gücünü geliştiriyormuş’. Tamam, bu da bir artı olarak kabul edilebilir ama benim sorumun cevabı tam olarak bu değil. En azından beni bu konuda tatmin edebilecek yeterlikte değil. Biliyorum bir şeyler buna engel oluyor, yazmama. Yazıyorum, yazmıyorum değil ama her nedense beğenilme arzusu aklımın bir taraflarında hep duruyor. Engel olamıyorum. Halihazırda birkaç parça bir şeyler olmasına rağmen içimdeki ses bunların güzel olmadığını ve ilgi çekmeyeceğini söylüyor, ben de paylaşıp paylaşmama konusunda çekimser davranıyorum. Önceki denemelerime aldığım güzel yorumlar da bunda etkili olmuyor değil. İnsanların düşüncelerime değer vermesi ve izah ediş şeklimi beğenmesi hoşuma gidiyor aslında. Kimin gitmez ki? Bir dergi, gazete veya herhangi bir mecmuada yazıyor olsam çok da sağlıklı bir ürün verebilir miydim, merak ediyorum doğrusu. Ama yazmak zorunda olmam ve bunun bir karşılığının olması eminim buna engel olurdu. Aslında her konuda olduğu gibi bu konuda da ‘rahat olmalı’ insan. Galiba asıl cevabı biliyor gibiyim. Yazmak beni rahatlatıyor… Evet evet fazlasıyla hem de. Karşımdaki kişi ile konuşuyormuşçasına bir his veriyor çünkü bana. Gündelik hayatta utangaç ve çekimser bir kişiliğe sahip oluşum, yazın hayatında sosyalleştiriyor galiba beni. Siz de denemeli ve bir şeyler yazmalısınız. Eminim bu sizi de rahatlatacaktır. Ama bunu hiçbir karşılık beklemeden ve kaygı hali içerisinde bulunmadan yapmakta fayda var. Hem yazmak, içinizdeki bastırılmış çoğu duygunun dışa vurumudur. Belki de rahatlık hissi veren şey de budur. Diğer insanlardan da bir farkınız olsun hem canııımm 🙂 Herkes bir şeyler düşünür fakat çok azı bunu yazıya döker ve paylaşma ihtiyacı hisseder. Teşbihte hata olmazmış ama; galiba bu iş proje yazmak gibi bir şey. Projeler yazıp bir kenara koymayın, hayata geçirin…

   İtiraf etmek gerekirse bir bakıma yazamıyorum da denebilir. Her nedense bir türlü parçaları birleştiremiyorum. Hep bir şeyler eksik kalıyor. Ne bilim, belki de buna bendeki bazı şeylerin eksikliği sebep oluyordur. ‘Güzel şeyler yazabilmek için güzel şeyler yaşamak gerek’ tiğini düşünüyorum. Bu konuda yanılıyor da olabilirim. Nasıl bakarsanız öyle görürsünüz çünkü. Güzel düşün ki güzel olsun derler… Haklılar da. Yazmak mı? Yaşamak kadar zor olmasa gerek… Güzel şeyler yaşamaktan bahsediyorum. Meşhur bir söz vardır, bilirsiniz. “Hiç kimse duymak istemeyen kadar sağır, görmek istemeyen kadar da kör olamazmış” diye. Hakikaten de öyle. Eğer bir şeylere baktığınızda onda bir kusur ararsanız, mükemmel ve kusursuz dahi olsa mutlaka bir kusur bulursunuz. Veya bunun tam tersini yapıp kusursuzmuş gibi de görebilirsiniz. Duyma meselesi de aynı şekilde ve bu durum, olayın işimize gelip gelmediğine göre de değişkenlik gösterir. Ve bizler çoğu zaman işimize geldiği gibi yaparız, her şeyi!.. İşimize geldiği gibi severiz, işimize geldiği gibi değer verir veya önemseriz, işimize geldiği gibi yaparız veya yapmayız. İşimize geldiği gibi arar sorar veya hiç umursamayız, işimize gelmiyorsa da çeker gideriz… Neyi çözecekse sanki bu durum! Konunun dağıldığını hissediyorum, hemmen toparlayalım. Kısacası yazmak ya da yazmamak; bir şeyleri işimize geldiği ya da gelmediği gibi yapmanın bir başka ifadesi. Buraya nerden geldiğimizin de açıklaması 🙂 Mesele de bu ya; neyin işimize gelip gelmediği… Ama çoğu zaman vakit bulamıyorum, yazmak için. Okul, dersler gittikçe yoğunlaşır oldu. Birkaç satır karalamak için bile vakit bulamaz oldum inanın. Peki ya şimdi nasıl mı buldum? Cevabı çok basit; sıkıldım, özledim ve bir farklılık olsun istedim. Yazdım çizdim işte… Söylemek isteyip de söyleyemediğim onca şeyin yerine, bu seferlik de ‘yazmak üzerine’ yazdım. Mutsuzken yazmak nasıl oluyormuş diye görmek için yazdım; sırf mutluyken o anın kıymetini bileyim, tadını çıkarayım diye. Özlediğim için yazdım; vuslatın verdiği mutluluğu tadayım diye. Sevdiğim için yazdım; aslında sevmediklerim için kılımı bile kıpırdatmadığımı göreyim diye. Bencilleştiğim, kendi dünyamdan çıkamadığım için yazdım; başkalarının dünyasını da keşfedeyim diye. Görebiliyorum da zaten. Sizler de görebilirsiniz. Denemeyi okuduktan bir ay sonra tekrar kontrol edin. Yorum yapılmışsa şayet başka dünyaları sizler de benim gibi rahatlıkla görebilirsiniz. Son olarak yazmak için yazdım; okunacak bir şeyler olsun, okumanın kıymeti bilinsin diye. Aradığım güzelliği yorumlarda değil de belki kendi içimde bulabilirim, beğenilme duygusunu da bu şekilde yenebilirim diye…

   O yüzden, nasıl yazdığınızdan çok ne yazdığınızdır önemli olan. Okunabilecek bir şeyler bırakmışsanız şayet, ne âlâ… Göremediğimiz bir şeyi görmüşseniz, ona kendinizden bir şeyler katmışsanız eğer… En önemlisi; kendi dünyanızdan çıkıp başka gezegenleri keşfe çıkmışsanız, doğru yoldasınız demektir. Bu arada, bir sonraki denemeden de ipuçlarını verdik galiba son son 🙂 Haydi o zaman bitirelim… Mürekkebiniz bol olsun kıymetli okuyucularım…

Her şey gönlünüzce olsun, Allah’a emanet olun. Bir sonraki denemede görüşmek üzere. Hoşçakalın…

Kadir YÜZEN / 07.03.2015 / 00:44

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Çocuk olmak, çocuk kalmak ya da mutsuz yaşamak!

Çocuk olmak!  Çocuklar kadar hayatı spontane yaşayan bir varlık daha yoktur şu dünyada. Sadece anı yaşarlar. Ne geçmişin elemi, keşkesi vardır onlarda ne de geleceğin kaygısı. O küçücük dünyaları öylesine geniştir ki bunun tarifini yapmak gerçekten imkansızdır. Oysaki büyüdükçe daralır insanın dünyası; bununla ters orantılı olarak da artar derdi, tasası ve kaygısı. Ne tuhaftır ki küçükken büyümeyi, büyüyünce de küçülmeyi ister insanoğlu. “Aslında o kadar da güzel bir şey değilmiş bu büyümek!” der sonra kendi kendine. Kimi zaman da kendini en iyi hissettiği yaşta çakılıp kalmayı ister. İşte size imkansız denilebilecek bir şey daha. Hiç kimse -ilahi kudretten başka- durduramaz ki akıp giden zamanı ve inanın hiç kimse yaşayamaz ki böylesine mutlu bir anı; ‘en azından onlar gibi’. Çünkü büyümek demek her şeyi haddinden fazla büyütmek demektir aynı zamanda. O yüzden daha başından bir seçim yapmak zorundadır insan. Çocuk olmak, çocuk kalmak ya da mutsuz yaşamak! Tercih size kalmış. Aslında kalmamış. Yani tam anlamıyla olmasa da bir kısmıyla size kalmış. Tekrardan çocuk olamayacağımıza göre ya çocuk kalmayı seçmeliyiz şu dünyada ya da mutsuz olmayı. Kim ikincisini tercih eder ki. Sanki elimizdeymiş gibi bunu bir seçenek gibi sunmak da benim düşüncesizliğim doğrusu. Kusuruma bakmayın. Ama baktığınız zaman bu dünyayı daha yaşanılabilir ve katlanılabilir hale getirmenin de tek yolu bu gibi görünüyor. Yani demem o ki: ne kadar büyürseniz büyüyün ama o çocuksu yanınızı asla kaybetmeyiniz. Buna gerçekten ihtiyacınız olacak, emin olabilirsiniz…

  Modern toplumlarda modern yalnızlığa esir olmuş insanların en çok ihtiyacı olduğu şey olsa gerek ‘umursamamak‘. Egoist -bencil- bir tavırdan söz etmiyorum. Sadece kendi sorunlarına yönelik ‘çok takmayan ve umursamaz’ bir tavır sergilemekten bahsediyorum. Önce olaya toplumsal olarak bir göz atalım isterseniz sonra bunu bireye indirgeriz. Bizim toplumumuz, bizim insanımız kadar karşısındakini teselli edebilme yetisine sahip bir başka toplumun daha olmadığı kanaatindeyim doğrusu. Kelin ilacı olsa kendi başına sürermiş derler ya; ilacı olan bir kel olup, o ilacı kendi başına süremeyen bir toplumdan bahsediyorum özetle. Aynı veya benzeri bir probleme sahip olup karşısındakine sunduğu çözüm önerilerini kendisinde tatbik edemeyen bir toplumdan. Sonra insanımız neden mutsuz diye araştırmalardan kendini alamayan ve buna literatürde isim arayışı içerisinde olan uzmanlar çıkıveriyor piyasaya. Neyse konumuz bu değil. Sorun; birey olarak mutsuz olmak. Birey olarak mutsuz olmak demek de toplum olarak mutsuz olmak demektir. Toplumu oluşturan yapı taşıdır çünkü birey.  Hani denememin başında da dedim ya “Büyümek demek her şeyi haddinden fazla büyütmek demektir aynı zamanda.” diye. Sizce de öyle değil mi? Arkadaşıyla kavga eden bir çocuk düşünün. Sizce öfkesi ne kadar sürer? Kin tutar mı dersiniz? Her fırsatta yaşanan tatsız şeyleri başa kakar mı peki? Veyahut olaya bir de şu açıdan bakalım. Öyle bir çocuk düşünün ki gelecek kaygısı içinde. Geçmişin pişmanlıkları, geleceğin endişesi ve günün sıkıntıları sarmış dört bir yanını. Mantıklı mı sizce? Bence hiç de mantıklı değil. Bir kere ‘çocuk’ kelimesiyle bağdaşmayan şeyler  bunlar. Verdiğim bu iki örneği yetişkin bir insan üzerinden değerlendirdiğimizde her şey bir anda ne kadar da karmaşık bir hal alıyor öyle değil mi? Sorun yetişkin bir birey olmak mı peki? Hayır! Sorun; ‘çocuk kalamamak‘…

  İstediğim; insanoğlu büyüsün, büyüsün ama dertleri büyümesin. Hep çocuk kalabilsin. Problemleri ve sıkıntıları hep çocukça olsun. Ya da bütün bunlara çocukça bakabilsin. Çok daha güzel, mutlu ve huzurlu yarınlar görmek, çocuk kalabilmek ümidi ve dileğiyle…

Her şey gönlünüzce olsun, Allah’a emanet olun. Bir sonraki denemede görüşmek üzere. Hoşçakalın.

Kadir YÜZEN / 13.07.2014 / 11:43

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Tarih Mac Mahon’da Mı Tekerrür Ediyor?

bayrak

  Tarih tekerrürden ibarettir diyerek başlamak istedim söze. Bir millet; gelecekte ne olacağını, başına neler gelebileceğini merak ediyorsa şayet tarihin tozlanmış sayfalarında kalan geçmişine bir göz atması gerektiğini düşünüyorum. Ne demişler: “Tarihini bilmeyenin coğrafyasını başkaları çizer.”. Gerçi tarih, bize yıllarca namerti mert, merti de namert diye tanıttı durdu. Kimi sevip kime söveceğimize karar veremez olduk. Korkumuzdan ağzımızı açıp iki kelam edemedik. Aczimizi fakrımızı, gidip bir başka acizden dilendik. Ne istemeyi bildik şu dünyada ne de istediklerimizi elde edebildik. Hani Osmanlı torunuyduk? Bu kez bir fermanla yakılıp yıkılan biz olduk. Kendi milletimize sahip çıkacağımıza kılıktan kılığa girip durduk. Ve yıllar yılı kendimize asıl sorulması gerekenin yerine hep yanlış sorularla muhatap olduk. Neymiş asıl sorulması gereken diyebilirsiniz. Sizi de çok fazla meraklandırmadan söyleyeyim: “Tamam mı devam mı?“. Biz tamam dediğimiz o günden bu yana hep sıkıntı içerisindeyiz bilmem farkında mısınız? Nasıl yani neye tamam neye devam? Şöyle izah edeyim: 29 Mayıs 1453, İstanbul’un Fethi, Fatih Sultan Mehmed (II. Mehmed), bir çağı kapayıp yeni bir çağı açan, Hadis-i Şerifte de Konstantiniyye elbet bir gün fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır! Onu fetheden asker ne güzel askerdir! bahsi geçen o muazzam hadise… Kelimelerle izahı çok zor ama akıllarda biraz olsun canlandırabildiysek ne ala. Damarlarında ‘İslam‘ ve ‘Fetih‘ den başka bir şey dolaşmayan bu millet İslam’ın kalesini işte o zaman dikmiştir. Fethin sona erdiği -tamam dediğimiz nokta- İslam’ın ise ‘ılımlaşmaya’ başladığı günden itibaren ise bu millette çatlaklar oluşmaya başlamıştır. Olaylar daha da derinleşmeden şunu belirtmek isterim ki maksadım tarih dersi falan vermek değil branşım da değil zaten. Sadece son günlerde yaşanan üzücü olayların ardından olaylara kayıtsız kalmamak, olayları geçmişin süzgecinden geçirip günümüzle mukayese etmek ve bu konudaki düşüncelerimi sizlerle paylaşmak. Katılıp katılmamak size kalmış. Saygı duyarım. Denemem tamamıyla kişisel görüşlerimden ibaret olup hiçbir kişi ya da kurumu hedef alma niteliği taşımamaktadır. Bu arada nerede kalmıştık? Tamam şimdi hatırladım oluşan çatlaklardan bahsediyorduk. Oluşan bu çatlaklardan sızan ne idüğü belirsiz dost görünümlü düşmanlara ister istemez fırsatlar vermiş olduk. Ardından senaryolar yazılmaya başlandı birbir… Soruyorum şimdi sizlere: Hangi filmde başrol bu kadar ezilir?

  Hadi gelin şimdi de kameramızı I. Dünya Savaşı’na çevirelim. Başlangıç 28 Temmuz 1914, bitiş 11 Kasım 1918, Dünya devletlerinin kanlı hesaplaşması, milyonlarca ölü ve yaralı -şehitlerimizi ve gazilerimizi bunların dışında tutuyorum-, açlık, sefalet ve izlerini günümüze kadar taşıyan onca acı şey… Ne kadar kolay demi ‘I. Dünya Savaşı’ nın  üç kelimeyle izahı. Bir o kadar da kolay olsa yarasını sarması… Neyse gelelim şimdi asıl mevzuya. ‘Mac Mahon -Gizli- Anlaşması‘: İngilizler ve Araplar arasında olmuştur. Araplar Osmanlı’ya isyan ederse İngiltere onlara -sözde- bağımsızlık verecek. Sonrasında ne oldu? İsteyen istediğini zaten aldı -İngilizler- anlaşmayı imzalayan ise sürgüne yollandı. Ortada ne bağımsızlık kaldı ne de bağımsız olacak millet. Kısacası yıllardır bu milleti istemeyenler onları eşiyle dostuyla sevdiğiyle vurdu. Kaleyi dışardan fethedemeyenlerin içerden yıkmak oldu yeni stratejisi. Refah, huzur, birlik ve beraberlik içerisinde yaşayan onca ulusu -yıllar öncesinde-; “yok siz şöyle oldunuz, olmadı böyle oldunuz, yok bunlar sizi kulandı, hakkınızı yediler…” gibi fitne ve fesat tohumlarıyla aramıza ayrılık soktular. Hem düşünce hem de mesafe olarak. Ne güzel söylemiş Yunus Emre: “Bölüşürsek tok oluruz, bölünürsek yok oluruz” diye. Tok olmak varken yok olmayı tercih edenin vay haline!

  Bu konu eğitimle de yakından alakalıdır hatta hissedardır. Ve inanın ondan da bahsetmeye kalksam uzadıkça uzar. Tek bir cümleyle değinip geçeyim; her şey cahillikten, eğitimsizlikten, eğitememekten kaynaklanmaktadır. Sözün özü; tarih sürekli tekerrür ediyor ama ulus olarak hala bunun bilincine varamıyoruz. I. Dünya Savaşı’nda Arapların başına ne geldiyse Doğu’daki vatandaşlarımızın da başına aynı şeylerin geleceği endişesi içerisindeyim -Rabbim’den temennim her şeyin bir an önce yoluna girmesi, daha fazla hiç kimsenin zarar görmemesidir-. Kimsenin sizin haklarınızı falan savunduğu yok. Üzerinizdeki şu ölü toprağını atın artık. Kendinize gelin! Kime karşı kiminle –sözüm ona hak savunucuları mücadele ediyorsunuz! Son olarak Şanlı Bayrağımızı indirme cür’etinde bulunan şahıs!; üzerine şehitlerimizin kanı bulaştı, bu milletin ahı bulaştı bilesin! (Burada meseleye sadece tek bir şahıs üzerinden bakmamak ve meseleyi tek bir şahıs üzerinden değerlendirmemek gerekir.) Gerçi Bayrağımızın ne anlama geldiğini bilseydin indirmeye cesaret bile edemezdin! “Türk Bayrağının Anlamı ve Önemi Bilmiyorsan oku!

Not!: Bilerek ve kasten “Bayrağımız” diyorum çünkü hiçbir kuruma ya da şahsa mal edilemez. O bayrak hepimize ait ve öyle de kalacaktır. Bu millet o bayrak dalgalandığı müddetçe ondan güç alacak, yarınlara umutla bakacaktır…

Her şey gönlünüzce olsun, Allah’a emanet olun. Bir sonraki denemede görüşmek üzere. Hoşçakalın…

Kadir YÜZEN / 12.06.2014 / 15:29

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Kuru Kalabalık Sulu Yalnızlık

xfd

  Son yılların trendi olan sosyal medya araçları ve akıllı telefon kullanma hastalığı artık korkulacak boyutlara ulaşmıştır. Kullanan kesimin önde gelenlerinin gençler ve çocuklar olması ise meselenin endişe edilecek bir başka boyutudur. Eğer bir ülkede çocukların sokağa çıkmaları, sokakta oynamaları için ülke genelinde kampanyalar başlatılıyor, unutulan sokak oyunları üzerine araştırmalar yapılıp tezler yazılıyor ise gerçekten de ortada hafife alınamayacak kadar önemli bir problem var demektir. Hâl bu olunca gençler artık sosyal medyadan görüşüp konuşur, birbirleriyle oradan haberleşir oldu. Hatta orada uyuyup orada uyananlar bile var. “Günaydınlar herkeseeee” (rt). “İyi uykular panpişkolarımmmm” (like). Bir kısmı da orada yaşıyor herhalde. Umarım orada ölüp gitmezler. Yoksa cenaze defin işlemleri de sanal olarak gerçekleştirilir, ceset kokana kadar kimse cesede müdahale etmezdi herhalde. Bu bana üniversitedeyken eğitim amaçlı kullandığımız “Second Life” adlı programı hatırlattı doğrusu. Sanal karakterler üzerinden sanal ortamlarda yapılan bilumum işlemler… Yalnız tek farkla: Günümüz insanı ‘second’ ile ‘first’ ayrımını yapmada bir sıkıntı yaşıyor olsa gerek. Asıl sıkıntı bu da değil. Asıl sıkıntı; insanımızın kalabalık içinde yalnızlaşmaya başlaması. Yani toplumun içinde, toplumdan soyutlanarak yaşamaya başlamasıdır. Ve artık kalabalığın tabiri caizse kuru kalabalıktan ibaret olmasıdır.

  Geçenlerde yaşadığım bir olayı paylaşayım sizlerle: Yine bir gün dışarı dolaşmaya çıkmıştım ki gezerken kafede oturan bir çift gözüme ilişti. Erkek ve kız karşılıklı olarak oturuyorlar ama ne erkek kızla ne de kız erkekle konuşuyordu. Niye mi? Çünkü erkek elindeki akıllı telefonuyla kız ise laptopuyla uğraşıyordu. Çok da garipsemedim açıkçası ne de olsa alıştık ve bu gibi şeyler doğal karşılanacak bir hâl aldı. Sayılamayacak kadar çok artısı olmasına rağmen ne yazık ki teknoloji bizlere kalabalık içinde yalnız kalmayı da öğretti doğrusu. Helal olsun. Aslında olmasın; istemediğimiz bir şey çünkü bu. Oysaki yalnızlık insanın fıtratına aykırı bir şeydir. Ve inanın yalnızlık çoğu zaman da suludur. Neden mi derseniz yalnız kalmak insanı yoğunlaşmış düşünce bulutlarına doğru iter de ondan. Bir iki derken üçüncü seferde bulutlardan yağmur boşalmaya başlar. Mutsuzluğuna mı dersin, keşkelerine mi dersin? Olay gerçekleşsin yeter ki kılıfı bulunur elbet. Bu durumda bütün suçu teknolojiye atmakta insafsızlık olur doğrusu. Biraz da topluma yüklenelim isterseniz. Belki de insanımızı bu denli teknolojiye iten şey toplumdur hı ne dersiniz? Onun oğlu ne yapmış bunun kızı ne yapmamış, ne zaman okul bitecekmiş de ne zaman evlenecekmiş, bir Ali bir Ayşe gibi olamamış da… Ohooo daha neler neler. Bu durum ölene kadar böyle gider hatta öldükten sonra bile devamı gelir biliyor musunuz? “Şu dünyada bir dikili bir ağacı bile yoktu.” bu sadece bir örnek ha daha niceleri var. İnanın insanımız başkalarıyla bu denli uğraşmayı bırakıp biraz kendine baksa, kendisiyle ilgilense durum çok çok farklı olabilirdi. Bu noktada toplumdan uzaklaşan gençlere, çocuklara hak vermiyor değilim doğrusu. Aynı şeyleri sizler gibi ben de fazlasıyla yaşıyorum ve toplumun bu tutumundan ben de şikayetçiyim. İnsanımız haliyle kendisini soyutluyor toplumdan. Eeee toplum da gidince geriye ne kalıyor dersiniz 21. yüzyılda? Sizin de tahmin edeceğiniz üzre tabiki de internet, sosyal medya araçları ve akıllı telefonlar… Belli bir ölçüde kullanılması tamam da aşırıya kaçılması endişe verici doğrusu. Hayatında her olup biteni, acısını tatlısını paylaşmak -dostun fonksiyonelliği azaldı canım- ve aklıma gelmeyen ancak yapılan yüzlercesi…

  Ulan bu kadar eleştiriyorsun da sen sanki yapmıyor musun diyebilirsiniz. Bunu demekte haklısınız da. Bi kere akıllı telefonum yok kullanıcısı da değilim haliyle g Sosyal medyaya gelince o kadar aktif değilim ama saydıklarım ve sayamadıklarımın birçoğunu ne yazık ki ben de yapıyorum. Artık o kadar yerleşmiş ki sabah ilk kalktığınızda Facebook’a, Twitter’a vs. girip bildirim, mesaj, takipçi, arkadaş isteği… var mı yok mu diye bakıyoruz. Adamlar araştırmasını yapmış yahu insanın beğenilme güdüsünü artırıyormuş. Haklılar da. Sosyal medya sayesinde bilimsel olarak da incelendik ya daha ne olsun! Biliyorum çok uzattım kusuruma bakmayın. O değerli vaktinizi ayırıp denememi okuduysanız eğer sizlere bir teşekkür borçluyum, bilesiniz. Denememe son verirken şu temennilerde bulunmak istedim: Her şey gönlünüzce olsun, Allah’a emanet olun g Bir sonraki denemede -hangi konuda ne zaman yazıcam acaba bunu ben de merak ediyorum doğrusu- görüşmek üzere. Hoşçakalın…

Kadir YÜZEN / 30.05.2014 / 02:29

2 thoughts on “Denemeler

  1. Ayfer Uzun 7 Kasım 2014, 14:24 Reply

    Blogunuzdaki makaleleri zevkle okuyor ve takip ediyorum lütfen yazmayı bırakmayın.

    • Kadir YÜZEN 15 Kasım 2014, 12:43 Reply

      Teşekkür ederim. Toplumsal konuları irdelemeyi severim. Beğenmenize sevindim 🙂

Yorum bırakın